Perşembe, Aralık 01, 2011

Haluk Bilginer'le kavga ettim :(

Sabahtan beri, Haluk Bilginer, kafamın içinde “çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen” diye bağırıyor. Hem de ne bağırmak. Ben de onunla birlikte bağırıyorum. Ama içimden.
Neticede sakin bir insanım.
Güneşin Oğlu diye bir film var idi, bildin? Bu da bu şiiri orada okumuş idi. (Tabii ki nasıl yapıldığını bilmediğim için link veremeyeğim ama YouTube’da bulabilirsin.)
Neyse, ne diyordum? Hah, Haluk Bilginer’le “çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen” diye bağrışıyorduk.
Cümlenin ilk kısmı hislerime tercüman. Zaten doğuştan canı sıkılan bir insanım, her şeyden sıkılmak doğamda var. Bir de ufak bir trafik kazası geçirip eve tıkılınca, sıkıntı ayyuka çıkmakla kalmadı, bokunu çıkarttı. Sürekli bi’yerlere koşturan ben, günlerdir evdeyim, bir süre daha evde olacağım. İnsan değil, köşe yastığı gibiyim. Bacağımı uzatıp oturuyorum. Haliyle canım misliyle sıkılıyor. O yüzden, Haluk Bilginer’in kafamda koşturup bu şiiri okuması normal, durumla örtüşüyor. Burada sorun yok.
Aslında evde olmakla ilgili bir sorunum da yok, bıraksan günlerce çıkmayabilirim evden. Enteresan şekilde, kendi kendimeyken sıkılmıyorum. Lakin, evde olmak zorundayım ya, ondan deliriyorum. Zorunda olmak durumunu hiç sevmem. O yüzden, Haluk’la karşılıklı bağrışıyorum. Daha doğrusu -dum. Sonra durum sinirime dokunmaya başladı. Adam loopa aldı, çok canım sıkılıyor diye bağırıp duruyor. E haklı. Ben evde kapalı kalınca, Haluk da kafamda kapalı kaldı. Onun yerinde olsam ben de bağırırdım. Tanımadığım, etmediğim insanın kafasında işim ne? Çıkamıyorum da. Ne kadar sıkıntılı olabileceğini kendimden biliyorum. Ben de zaman zaman kendi kafamın içinde tıkılıp kalıyorum ve kafamın içi çok sıkıcı bi’yer. O yüzden adamı anlıyorum. Ama bağırmasından sinir geldi.
Tam başa sarmıştı, tekrar “çok canım sıkılıyor” diye başlıyordu ki, kendimi tutamadım;
-Ne bağırıp duruyorsun? Benim de canım çok sıkılıyor, ne yapalım? Ben bağırıyor muyum? (Ki, bunu söylerken sesimi biraz yükseltmiş olabilirim.)
Sakin sakin dedi ki;
-Kuş vuralım istersen?
Delirdim!
-Manyak mısın ya? Canımız sıkıldı diye niye kuş vuruyoruz, yazık değil mi?
Sustu kaldı bu bi’. Diyecek bi’şeyi yok tabii, ne desin? Haklıyım. İnsan canı sıkıldı diye kuş vurur mu? Kağıt oynayalım, scrabble oynayalım, iki el tavla atalım falan dese, benim de sesim çıkmayacak zaten. E hadi madem deyip oyuna oturacağım. Ama adam kuş vuralım diyor. Ben de çok seviyorum kuşları, kıllarına zarar gelsin istemem. Tabii ki kavga ettik. Artık konuşmuyoruz.
Ben oturdum bilgisayarın başına, bunları yazıyorum; Haluk bildiğin Marvin oldu, kafamın içinde ayağını sürüyerek dolanıp, çok canım sıkılıyor diye söyleniyor.
Sabaha gitmiş olur herhalde. Gitsin.

Perşembe, Kasım 10, 2011

TDK, n'apıyosun canım?

Şu eserimi (http://veveyayani.blogspot.com/2011/11/onlar-yanls-biliyor.html) yazar iken, (link vermeyi beceremiyorum) dağınık dimağ bir insan olarak, başka bi'şeye takıldım.
Şöyle ki; TDK "velut" sözcüğünü şöyle tanımlamış;
1. Doğurgan.
2. mecaz Çok eser ortaya koyan, verimli:
"Velut bir yazar."

Doğurganda problem yok da, "çok eser ortaya koyan" nedir? Nasıl bir anlatım bozukluğudur? Sen ki kossskoca TDK'sın, dilden sorum(n)lu devlet bakanısın, senin sözlüğünde bu cümlenin işi ne? "Ortaya çok eser koyan" diyemedin mi? Bilemedin mi onu sen, bilemedin mi? Çok eser ne?

-Son romanınızı çok eser buldum ama hikayeleriniz için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Onlar sanki daha az eser gibi. Denemelerinizden bahsedemiyorum bile, onlar hiç eser.

Dilini eşekarıları soksun TDK, çok oturgaçlı götürgeçlerin altında kalasın.

Pazartesi, Ekim 03, 2011

Ayrı yumurta ikizi

Bu aralar "değer" ve "kıymet" sözcüklerine takmış durumdayım. (Niyeyse?) Sevgili arkadaşım TDK "bunlar eş anlamlıdır" dese de, durum öyle görünmüyor. Sanki kıymet, kendiliğinden gelen, eşyanın tabiatında olan, ederinden bağımsız, daha manevi ve kuvvetli bi'şey. Lakin değer, sonradan ekilip, biçilen, daha yüzeysel, daha mekanik bir aparat, sökülüp takılabiliyor.
Hissiyatı örneklerle pekiştirelim; sevdiğimiz birinin, küçücük bir kağıda yazdığı, 1-2 cümlelik bir not kıymetlidir. Tanımadığımız, etmediğimiz Merkez Bankası ve darphane ortak yapımı bir banknot, ki o da bir kağıt parçası neticede, değerlidir. Ama birini saklar diğerini harcarız.
Ya da bir yüzük düşün. Eskimiş, aşınmış, belki üzerinde bir taş bile yok. Aile içinde, anadan kıza geçmiş. Annesinden anneannene, ondan annene, oradan sana gelmiş. Sandıklarda, kutularda, dantelli mendillere sarılıp, yıllarca sana gelmeyi beklemiş. Satsan, 1 lira ederi yok ama dünyaya değişmezsin. Kazara kaybolsa ya da çalınsa kendini kahredersin. Sahip olmak için bi'şey yapmamışsındır, sana kendiliğinden gelmiştir ama kıymetlidir.
Başka bir yüzük düşün şimdi de. Pırıl pırıl, elmaslı, yakutlu, ne kadar parlayan şey varsa üstünde... Bir vitrinde görür, sahip olmak için bir servet ödersin. Ama gerektiğinde satmaktan ya da birine vermekten çekinmezsin. Kaybolsa veya çalınsa, belki "o kadar para verdim, gitti" diye düşünür, üzülürsün bir süre. Ama kendini kahretmezsin. Sonunda geleceğin nokta "cana geleceğine mala gelsin" olur. Yenisini alır, telafi edersin.
Bak, değerle kıymeti birbirinden ayıran bir özellik daha çıktı: Biri telafi edilebilirken diğerinin yerine hiçbir şey koyamazsın. Değere bir bedel biçebilirsin ama kıymete biçemezsin. Dolayısıyla; her değerli şey kıymetli değildir ama kıymetli her şey aynı zamanda değerlidir.
TDK hala bunlar eş anlamlıdır desin, öyle olmadığı aşikar. Bu TDK da hiç Türkçe bilmiyor canım, küssem mi ne yapsam?

Çarşamba, Eylül 14, 2011

Çok acayip işler.

Şimdi düşün bi’; bir şehir var, içinden bir deniz geçiyor. Üstelik denizin, dolayısıyla şehrin, bir tarafı bir kıta, diğer tarafı başka bir kıta. Kıtadan kıtaya geçmek, nereden geçtiğine bağlı olarak, 5 ila 20 dakika arası bir vakit alıyor. Milyonlarca insan, her an, kıtadan kıtaya geçiyor. Aynı insanların büyük kısmı, bir kıtada yaşıyor, diğerinde çalışıyor ya da okuyor. İki taraf birbirine “karşı” diyor. Hayat, tek bir şehirde ama iki kıta arasında geçiyor ve bütün bunlar çok normal karşılanıyor. Düşününce ne saçma değil mi? Değil. Asıl saçma olan, milyarlarca insan içinde, bir avuç sayılabilecek miktarda insanın, geri kalan milyarların yapamadığı, yaşayamadığı bi’şeyi bu kadar kanıksaması. Doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım şehrin içinden deniz geçiyor ve günde en az 2 kere kıta değiştiriyorum lan, çok havalıyım bence. Bugün de buna taktım; sen de farkına var, sen de hatırla istedim. Hatırla!

Cuma, Haziran 24, 2011

İbretlik bir paylaşım.

Saç dökülmelerini önleyen bir şampuan reklamı için, bazı ünlü kadınlarla görüşüyoruz. Kimileri makul, kimileri uçuk paralar istiyor. Bazılarının başka antlaşmaları var ya da programları uymuyor, teklifi geri çeviriyorlar falan... Buraya kadar her şey normal.
Di.
Ta ki, şu sıra pek ortalıkta görünmeyen (belki de görünüyordur, ben bilmiyorum) ama bir dönem gündemi oldukça meşgul etmiş birinden şu cevabı alana kadar: "Aslında şu an bir projede yer almıyorum ama böyle bir projede olmak istemem. Çünkü bir selebritinin saçları dökülmez."
Oha!
Bir selebritinin saçı dökülmezmiş.
Bu cevaba ağzımızla değil götümüzle güldük tabii. Kim olsa öyle güler.
Yazık lan. Gencecik insanlar, ünlü oldum diye akıllarını oynatıyorlar, selebritilerin saçı dökülmüyor falan...
Ayrıca; selebriti ne amk? Ünlü ya da meşhur neyine yetmiyor?
Götümün selebritisi.

Çarşamba, Haziran 22, 2011

Tırnak içi öyküsü ya da kıymık.

"Bebek."

(Öykü bu kadar. "Bu sadece bir kelime, böyle öykü mü olur?" denebilir. Densin. Elimizde olasılıklar var. Bir sürü şey, tek bir sözcükle paketlenmiş olabilir. Hayal gücü denen şey, o paketleri açmak için var.
Yazar burada insan yavrusundan mı bahsediyor? (Bebeği mi olmuş? Arkadaşlarından ya da ailesinden biri doğum yapmış da onu mu görmeye gitmiş? Bebeği olsun mu istiyor? Bebeği olacağını mı öğrenmiş? Ya da sadece öylesine bebekleri mi düşünüyor?
Belki de yazar, semt olandan bahsediyordur. (Dostlarla Bebek'te (saate göre) latte/mohito keyfi?) Oraya gitmiş de bunu mu beyan ediyor? Orada değil ama gitmek mi istiyor? Birden, o semtte yaşadığı bi'şey aklına geldi, o anıya mı gönderme yapıyor?
Yazarın, sevdiği birine seslenmesi de mümkün. Bir arkadaşına bebek diyor olabilir. Ya da birine cilve yapıyordur. Eğer öyleyse, bu kişi sevgili ya da eş midir? Yoksa, karşılıklı hislenilmiş, teşhis konmuş ama henüz adı konmamış bi'şey mi?
Bunların hiçbirini bilemeyiz. Tek bilebileceğimiz (ya da tahmin edebileceğimiz diyelim) bir sözcüğün arkasına yığılmış hikayeler olduğu. Sorduğun sorular ve aldığın cevaplar o hikayeleri belirliyor. Bu yüzden, tek bir sözcük, sonsuz sayıda hikaye doğurabilir. Kelimeler çınarlar gibi. Tek bir kökten gelen, irili ufaklı milyonlarca dal ve yaprak.
Yani diyorum ki; sözcükler garip şeyler. Bazen kifayetsizler, bazen koca paragrafların anlatamadığı şeyler bir tanesine sığıyor. Bazen bir sözcük, sadece sözcük; bazen koca bir hikaye. Küçücük bir sözcük, içi dolu turşucuk.)

Cumartesi, Haziran 18, 2011

Reklamlar ve Denklemler

Reklam filmlerindeki legal alt yazıları için;
9 kelime ve altı için kelime sayısı x 0.2"+ 2" algılama süresi, 10 kelime ve üstü için; kelime sayısı x 0.2" + 3" algılama süresi.
Bilin bunları.

İki ters, bi' düz.

4 adam, sigara içerken, birbirlerine bebeklerinin fotoğraflarını gösterip gülüşüyor. "Ay bizimki geçen gün ne yaptı biliyor musun?"lar, "ağzı, burnu aynı ben değil mi?"ler havada uçuşuyor. Beslenme ve uyku düzenleri karşılaştırılıyor, yaptıkları türlü şirinlikler anlatılıyor. Arada "hiç sana benzemiyor, aynı annesi"lerle birbirlerine sataşıyorlar. (Gülüşmeler.)
Yaklaşık 1 metre yakınlarında bir kadın, tek başına sigara içiyor. Tam karşısındaki büyük pencereden aşağıdaki inşaata bakıyor. Sıra sıra dizilmiş, sarı kamyonlar yukarıdan oyuncak gibi görünüyor. İnşaatın olduğu yer eskiden çorap fabrikasıydı, şimdi ne yapacaklar? Bilmiyor.
Diğer yandan; kadının aklı işte aslında, iki planı birbirine nasıl bağlayacağını düşünüyor. Formu birbirine çok yakın görüntüler. İkisi de aynı taraftan geliyor, ikisi de yakın plan. Yakın planlar arka arkaya bağlanmaz. E ama elde başka görüntü yok. Belki görüntüyü ters çevirebilir?! Nesne diğer taraftan gelirse, durumu kurtarabilir. Olmaz, yazılar var, onlar da ters döner. Bu durumda, geçiş için bir efekt bulmak lazım. Düşünmeye devam.
Kadın, kafasında görüntüleri evirip çevirir, efektleri karşılaştırırken, bir yandan da adamları dinliyor ama bunu yaptığının farkında değil. (Aynı anda bi'kaç şeyi dinleyip izleyebilir. Bir çeşit refleks.) (Aslında mesleki arıza.) Adamları uzun zamandır tanıyor, arkadaşları. Genç, sorumsuz ve acemi adamlarken, yetişkin oluşlarını, seneler içinde, birer profesyonel, eş ve babaya dönüşmelerini izledi. Lakin roller değişse de, eski hallerinin izlerini yüzlerinde görüyor. Birlikte çok uzun zaman geçirdiler ve kaçınılmaz olarak, her karşılamada o zamanlara dönüyorlar. Aralarında, kan bağından bağımsız, bir çeşit kardeşlik bağı var. İlk tanıştıklarında hepsi 20’li yaşlarındalardı, şimdi 30 küsur oldular.
Sigaralar bitti. Adamlar hala bebeklerden bahsediyor, kadın iş düşünüyor. Bir an için, bir terslik olduğu hissine kapıldı. Sonra geçti. Adamları orada bıraktı, işinin başına döndü.

Salı, Haziran 14, 2011

Ombudsman, Jabba ve bazı karışık meseleler.

"Ombudsman" sözcüğü aklıma geldiği anda, gözümün önüne Jabba the Hutt geliyor. Bu sözcüğün, kafamdaki görsel karşılığı direkt olarak bu; Jabba. Yeşil, çirkin, huysuz, atıl, kat kat bir yaratık. Bir düşün bak, bana hak vereceksin. Ombudsman=Jabba the Hutt.

İkinci olarak da; kül rengi bir takım elbise giymiş, tepesi kel, beyaz, kısa saçlı, yuvarlak kafalı, kısacık boyunlu bir adamın vesikalık fotoğrafı beliriyor kafamda bi’yerde. Kalın, siyah çerçeveli, eski bir gözlüğü var. Gri, hakim yaka bir gömlek mi yoksa beyaz bir gömlek mi giymiş, emin değilim; değişiyor. Beyaz gömlekli olduğu zaman, siyah bir kravatı da oluyor. Ama düğmeler hep gırtlağa kadar ilikli, kıyafetler hep eski. Adamın kendisi bile, bir eskicide, bi’şeylerin arkasında unutulup tozlanmaya bırakılmış gibi. Güve yeniği adam. Öylece duruyor. Bu adam; adı sanı bilinmeyen, yerel ya da sektörel bir gazetede, bir köşe yazıyor olabilir. Çünkü fotoğraf, bir köşe yazısının sol üst köşesinde gibi duruyor. Tabii ki; gazeteden de, gazetedeki köşeden de hiçbirimizin haberi yok. Adamdan da. Var ama yok, gri adam. (Buna hak vermeyebilirsin, herkesin imgesi kendine sonuçta.)

Konu dağıldı, toparlıyorum.

Ombudsmanı ilk olarak Jabba karşılıyor ve köşe adama devrediyor ama Jabba'yı düşününce, aklıma gelen ilk şey ombudsman olmuyor. Sıra değişince birbirlerini karşılamıyorlar. Ombudasmanın görseli Jabba ama Jabba’nınki ombudsman değil. Jabba=Jabba, şekli şemali belli. Kül rengi adamınsa, konuyla alakası kalmadığından, esamesi okunmuyor.

Demem o ki; zihin denen şey garip çalışıyor. Neyle neyi bağlayacağı, nereden ne çıkartacağı belli olmuyor. Velhasılıkelam; beyin, netameli bir cihaz. Bunu anlatmak istemiştim.

Gazetenin muhtemelen aylık, en iyi ihtimalle haftalık olduğunu söylemiş miydim?
Söylemiş oldum.

Perşembe, Haziran 09, 2011

Karabatakların şifresi.

Hayatta öyle anlar oluyor ki; en az bir Seda Sayan kadar canım arkadaşım olan Julio Cortazar'ın, alıntılamaya doyamadığım sözleri durumlara cuk oturuyor. Yine oturdu. Julio, ne demiştin bebeğim? "Önemli buluşlar en beklenmedik yerlerde ve şartlarda yapılır. Newton'un elmasına bakınız, şaşılacak gibi değil midir? Bana da böyle bir şey oldu, bir iş toplantısının ortasında nedenini bilmeden kediler geldi aklıma, gündemle hiçbir ilgisi yoktu kedilerin- ve ansızın kedilerin telefon olduklarını buldum. işte bu kadar, tüm dahiyane buluşlar böyle olur."
Oldu.
Geçenlerde bir arkadaşımla vapura bindik. Efil efil Kadıköy’e geçerken aval aval etrafa bakıyoruz. (Tabii ki gözlerimizde kocaman güneş gözlükleri var, saçlar savruluyor falan, çok havalıyız.) Arkadaşım karşının taksisi. Alışkın değil denizden Kadıköy yollarına. İşi de evi de Avrupa yakasında olduğundan, ulaşımda karasal iklim insanı. Ama bunun konumuzla alakası yok tabii.
Kadıköy’e yakın, mendirek mi dalgakıran mı nedir, öyle bi’şey var ya, martılar, karabataklar tüneyip mesai yapıyor hani… Oraya takıldı gözümüz. Ben zaten hastasıyım su kuşlarının tek sıra, askeri nizam dizilip, büyük bir ciddiyetle ufka bakmasının. Biz kuşlara, kuşlar ufka bakarken, karabataklardan biri yürümeye başladı. Arkadaşım “ne komik yürüyormuş bunlar ya” diye kahkahayı patlattı. Tam “ay di mi, ne komik kuşlar bunlar” diyordum ki, bir aydınlanma yaşadım. Bir anda evrensel ve kadim bir bilginin zihnime aktığını hissettim. Paylaşmak zorundayım, bu benim sorumluluğum.
Açıklıyorum!
Karabataklar aslında seçilemeyen muhtar adayları. Seçimler yaklaşınca bir anda milyonlarcası türeyen ve seçim sonunda gizemli bir şekilde ortadan kaybolan muhtar adayları, bir sonraki seçimlere kadar karabatağa dönüşüyor. Dikkat et bak karabatakların yürüyüşüne. Ancak bir muhtar öyle yürüyebilir. Kollar arkada, eller belde birleşmiş, göbek ileri, boyun içeri, ayaklar biraz dışa dönük, “v” şeklinde, hafif paytak adımlar, kafa yaylıymış gibi minimal bir salınım halinde, gözler çaktırmadan etrafı izliyor. Bu yürüyüş sadece muhtarlara ve karabataklara has. Sadece kol yerine kanat, ayak yerine pati geliyor, göbek, kafa falan aynı. (Kuşların ayaklarının özel bir adı var mı bilmediğimden pati dedim, idare et.)
Demek ki; canlının formu değişse de özü değişmiyor. Seçilemeyen muhtar adayı karabatak oluyor ve sadece bakmayı bilen gözler bunu görebiliyor. Temiz yürekle bilmek isteyenin, gönül gözü açılır; gönül gözüyle görenler için kainatta sır kalmaz mistik pizzalarım.
Bildiğimi söyleme sorumluluğunu yerine getirmiş olmanın büyük huzuruyla hepinizi gönül gözünüzden öperim sevgili illuminatiler.

Çok önemli not: Gözden öpmenin ayrılık getirmesi kuralı, gönül gözünden öpünce geçersiz oluyor. Endişeye mahal yok biriciklerim.

Pazar, Mayıs 01, 2011

Evrime Mektup

Evrim denen yavşağa 10.000 Harun Yahya gücünde sinir oluyorum. Önce bizi denizden çıkarttı. (Ki sinir olmamın en büyük sebebi budur. Bıraksana plankton kalayım, kafam rahat olsun.) Sonra, "suyun içinde kala kala pörsüdünüz, biraz da ağaca çıkın" dedi ama ağaçlarda oynamamıza da izin vermedi. İlla yere inilecek, toprağa basılacak. Bok var.
Zaten dinozoru kuşa çeviren hasta ruhtan ne beklenir? Ben hayırlı bi'şey beklemem şahsen. Ruh hastasındaki hayal gücüne bak. Dinozor nere, kuş nere lan gerizekalı?
Velhasılıkelam; bu denyoya bu kadar çok sinirleniyorum, mektup yazayım da sinirim içimde kalmasın dedim, yazıyorum.

Sevgili evrim;
Madem bi' bok yedin, bizi denizden çıkarttın, bari bi' güzellik yapsaydın. Yıllardır kurcalayıp duruyorsun, oyun hamuruna döndük. Artık oyun oynamayı bırakıp işimize yarayacak şeyler yapmanın zamanıdır.
Omuzlarımızdan, boynumuza masaj yapacak eller çıkart mesela. Dağdan bayırdan şehirlere gelince apartman dairelerine, ofislere tıkıldık. Sandalyede oturmaktan omurlarımız düzleşti, fıtık olduk, ağrılarımız var. Sinir, stres, milyon çeşit "çağın hastalığı"... Geriliyoruz. (Öğretmenim üzülüyoruz.) Omuzlardan eller çıkartsan, masaj yaparlar, gevşeriz. Ama bu ellerin normal ellerimiz gibi olmaması lazım. Kendi ellerimiz gibi hissetmeyelim ki masaj yaparken yorulmayalım.
Kafalara reset yapabilmemiz için bir yol bul mesela, kafalarımız hep çok dolu. İhtiyacımız olan şeyleri saklayıp, ihtiyacımız olmayan, bizi sıkan, üzen şeyleri falan silebilelim. Hayat zaten zor, bir de kafamızda tonla yük taşıyoruz tanker gibi. (Panama bandırasız.) Ayrıca çift çekirdekli olsa kafalar, ayrı işletim sistemleri kurabilsek. (Kur 2 Duo) Biri yorulunca kapar öbürünü açarız. En azından uyuduğumuz belli olmaz.
Uyku demişken, uyku isteğe bağlı olsa. Çoğumuzun uyku sorunu var çünkü. Genelde gece uyuyamıyoruz, uyusak da kabus, karabasan, uyanıyoruz. Sonra gündüz içimiz bayılıyor. İş var, güç var. Yap bunu opsiyonel, canımız istediğinde, vaktimiz olduğunda uyuyalım canım kardeşim. Niye bizi zorluyorsun? Devir özgürlük devri. (O da gitti gidiyor gerçi, yakındır göte gelmemiz.)
Demem o ki; bu zamana kadar hep kafana göre davrandın, canın ne istediyse onu yaptın. Artık biraz da bizim dediğimizi yap, ihtiyaçlarımıza göre hareket et. Kullanılmayan organı köreltmekte bi'şey yok, yapıcı ol biraz. Sen sağ ben selamet yaşayıp gidelim. Yok, "banne yea ben takılırım kafama göre, nasılsa ipim kuşağıma denk" dersen; genetik bilimi gelişiyor, yarın, öbür gün ağzına sıçar. O zaman da biz karışmayız güzel arkadaşım, dayağını yer oturursun. Akıllı ol!

Pazartesi, Nisan 25, 2011

Ergenin isyanı ve italik doğanlar

Kaç yaşında olursa olsun, isyankar ergenler gibi sürekli depresif his şeyleri yazanlar italik doğuyor bence. İtalik doğuyor, öyle yaşıyor, öyle dolanıyorlar ortalıkta. Bir "yere doksan derece, dik açıyla durayım" yok; hep, yaklaşık 45-50 derecelik bir eğim, büküm. Parmağımın ucuyla itsem düşürürüm, hatta düşene bir tekme de vururum istesem. (Zaten sinir oluyorum.) Ama yapmıyorum tabii çünkü çok sevecen bir insanım; yaradılanı seviyorum yaradandan ötürü.
Neyse.
İtalik kişiliklerin en belirgin özelliği, hayat, aşk, insanlar ve ilişkiler üzerine anlaşılmaz ve tercihen devrik cümleler kurmak suretiyle iç baymaktır. Facebook ve Twitter'da pek çok örneğini gördüğümüz bu kekremsi arkadaşlar, sadece kendi cinsleriyle takılıp hiç gülmemeyi marifet sayarlar. Yabancılaşma, ayrıksı, ruh, yürek, ten, yara, umarsız, edim, naif (bunu da "nahif" yerine, ısrarla, yanlış kullanırlar) favori sözcüklerinden bazılarıdır.
Ayh! Söyleyeceklerim bitmedi aslında ama daha fazla yazamayacağım. Haklarında yazarken bile içim şişiyor, kendilerine nasıl tahammül ettiklerini merak ediyorum. Hep bir varoluşsal sorunlar, hayatı sorgulamalar falan... Lan hiç mi güzel bi'şey görmüyorsun, neşeli bi'şey olmuyor hayatta?
Aman, bana ne ya?! Sıkıldım.
Hepinize edimsel kütumlar dilerim sevgili imgelemlerim.

Cuma, Nisan 22, 2011

Toprak toprağa...

Mezarlıkları severim.
Zaman farklı mezarlıklarda. Telaşsız. Geçmiyor, sakince akıyor. Her şeyin daha huzurlu olduğu başka bir evren. Sanki ışık bile farklı kırılıyor, daha güçlü ama daha yumuşak.
O yüzden, mezarlıkları severim.
Bir mezarlığa bakınca ne görüyorsun bilemem, muhtemelen ölümü. Ama öyle değil işte. Mezarlıklar ölümden çok yaşamla ilgili mekanlar aslında. Ölenler için değil, yaşayanlar hatırlasın diye varlar. Yaşamayı hatırlasınlar diye. Sevdiklerini toprağa bırakıp gittiğin bir yer değil, yeniden yaşam bulsun diye toprağa karışmaya bıraktığın bir yer. Topraktan gelip toprağa dönmüyor muyuz? O yüzden ben orada yaşamı görürüm.
Bilmiyorum hiç dikkat ettin mi, en güzel ağaçlar mezarlıklardadır mesela. Çünkü ölenler ağaç oluyor bence. Mezarlıklardaki ağaçların o kadar güzel olmasının tek açıklaması bu. Ölenler ağaç oluyor. Bu kadar basit.

Cuma, Şubat 18, 2011

Sen hiç tecavüze uğramış bir kadın gördün mü?

Sen hiç tecavüze uğramış bir kadın gördün mü? Ben gördüm. Hem de çok. Hiç tahmin etmediğim kadınlardan korku hikayeleri dinledim; ağzım bir karış açık, gözlerim dolu dolu. Kolay değil anlatmaları. Ya çok sarhoş olduk anlattılar, ya laf lafı açtı, artık içlerinde tutamadılar.
Öyle bir dehşet ki yaşadıkları, anlatırken nefes alamıyorlar. Senelerdir tanıdığım, sık sık gördüğüm, beraber gülüp, ağladığım, yediğim, içtiğim, gezip, eğlendiğim, bi’şeyler paylaştığım kadınlar. Tecavüze uğramışlar! Sokakta ellenmekten, minibüste, otobüste sıkıştırılmaktan bahsetmiyorum. Bildiğin tecavüz. Üstlerine abanılmış, kolları bağlanmış, bacakları açılmış, içleri parçalanmış. Fiziken de ruhen de.
Kimi tanımadığı birilerinin tecavüzüne uğramış, kimi patronunun, arkadaşının, akrabasının, aile dostunun hatta öz abisinin. Bir arabada, bir ara sokakta, kendi evinde, kapatıldığı bir başka evde, gece, gündüz... Küçücük kızmış, ergenliğe yeni girmiş, koca kadınmış… Tecavüze uğramış!
İçlerinden çok azı birilerine söylemiş, polise gitmiş. Gitmiyorlar. Gidemiyorlar. Kimi sevdiklerim üzülmesin, tatsızlık olmasın, sevdiğim kimsenin başı belaya girmesin diye sesini çıkartmamış, kimi kendisini suçlu ve kirli hissetiğinden. Düşünebiliyor musun? Bir insana yapılabilecek en korkunç şeyin kurbanısın ve kendini suçlu hissediyorsun. Böyle hissetmek için ne kadar incinmiş, ne kadar korkmuş olman gerekir? Ki düşün, İstanbul’dayız. Bahsettiğim kadınların hepsi şehirli, okumuş, kariyer sahibi, bilinçli kadınlar. Onları bile böyle sindirebiliyorsa, küçük bir kasabadaki, bir köydeki kadını düşün. Kurban olduğu halde suçlu sayılan, orospu damgası yiyen kadını. Birine bi’şey söylese, erkeğin elinin kiri, kuyruk sallamasa olmazdı diye kendi cinsi tarafından ihanete uğrayıp erkeğin suçu örtbas edilirken, çektiği eziyetin üstüne yenileri eklenen kadını düşün. Hayatı cehenneme dönen, asla güvende hissedemeyen, sürekli kabuslarla boğuşan, kendi içine hapsolup aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayan kadınlar hepsi. İster ailesine ya da polise sığınmış olsun, ister kimseye bi’şey söylememiş. Bu kadınlar bu yaraları ömür boyu taşıyorlar. Hepsi etinde canlı, içinde ölü kadınlar. Baş edebilmek için kendince yöntemler bulan kadınlar. Kimi kendisine dokunulmasına tahammül edemiyor, yalnız kalamıyor, kalabalığa giremiyor, kimi tamamen hissiz, önüne gelenle yatıyor.
Bu konu her açıldığında, özellikle bir hikaye hep çınlar kulaklarımda; çocukluğundan itibaren abisinin tecavüzüne uğramış bir kadın, ta ki abisi ölene kadar. Aynen anlatıyorum: “Abim bana ilk tecavüz ettiğinde ilkokula gidiyordum. Kıpırdayamadım, ne yapacağımı bilemedim, canım çok yanıyordu, çok korkmuştum. Anneme söyledim, beni dövdü, abime tek kelime söylemedi. Bu böyle senelerce devam etti, artık anneme bi’şey söylemiyordum, annem de görmezden geliyordu. En son bir gün, abimin işi bittikten sonra evde yalnız kaldım. Yıkandım, çırılçıplak aynanın karşısına geçip saatlerce kendime baktım ve dedim ki; madem beden benim bedenim, başka birinin beni incitmesindense ben istediğim gibi kullanırım. O günden beri önüme gelenle yatıyorum. Madem bu iş olacak, benim rızamla olsun diye. Tamamen hissizim. Her seferinde abimi anıyorum, ondan intikam alıyorum. Abim öldükten sonra bile, soyunurken “abi bak, görüyor musun neler yapıyorum” diye abimle konuşuyorum. Çünkü biliyorum ki ölse de etrafımda, her şeyi görüyor. Görsün.”
Bana bunları anlatan kız, o sırada liseyi yeni bitirmiş, üniversiteye hazırlanıyordu. Abisi öleli 3-4 yıl olmuştu. Küçücük bir kızın o hale nasıl gelebildiğini, nasıl o kadar sağlıksız düşünebildiğini anlayabiliyor musun? Koyabiliyor musun kendini o kızın yerine. Küçücük ya. Zayıf, incecik bir kız bedeni; içinde kocaman, yaralı bir kadın. Hiç o kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi. Ne bi’şey söyleyebildim, ne yapabileceğim bi’şey vardı. Tırnaklarım elime batmış dinlerken, farkında bile değildim. Daha ne hikayeler dinledim. Anlatırken bile dayanamıyorum, yaşayanı hiç düşünemem.
Çoğu şeyi anlarım, hayatta olmaz diye bi’şey olmadığını biliyorum. Her şey olur ve birazını anlamam, bir kısmını anlarım. Hırsızlığı anlarım mesela. Açsındır, çaresizsindir. Birini öldürmeyi bile anlarım. Kendini savunuyorsundur, sevdiğin birini korumaya çalşıyorsundur, hepsini siktir et, cinnet getirdin, delirdin, karşındakini şeytan sanıyorsundur, öldürürüsün. Cidden anlarım. Ama tecavüzü anlayamam. İşlenebilecek en ağır suçtur tecavüz. Sadece bir bedene zarar vermek değil, bir ruhu parçalamaktır. Bir insana ömür boyu taşıyacağı yaralar, kabuslar vermektir. En mahrem saldırıdır. Birini öldürsen, ölen zaten öldü, kalanların acısı bir süre sonra bir şekilde küllenir. Ama tecavüz demek ömür boyu dehşet demek. Anlayamam. Nasıl yaparsın ya? Nasıl yaparsın? Birinin çığlıklar attığını, çırpındığını göre göre nasıl yaparsın? Ki kurbanlar sadece kadınlar değil. Kadınlar ön planda ama erkekler, çocuklar, hayvanlar hemen her türlü canlı nasibini alıyor bundan.
Sonra benim güzel ülkemde kanunlar çıkar. Tecavüzcü kurbanıyla evlenebilir mesela. Böyle bir kanunu teklif ve kabul edebilmek için ne kadar manyak olmak gerekir? Bir insanın hayatı boyunca yaşayabileceği en korkunç şeyi yaşatan “insan”la kurbanı aynı çatı altına sokulabilir. Nasıl yaparsın? Katili de maktülle evlendir o zaman, suçu affolsun?!
Yine aynı güzel ülkemde diziler çekilir, dizideki kurbanın bebeği çıkar, maktülün içkisi yok satar, üstüne türlü şakalar, komiklikler yapılır.
Yeter mi? Yetmez.
Profesörün biri çıkar, der ki; sorunun odağı kadın. Neymiş? Dekolte giyerse suçun ortağı olurmuş. Hayır efendim. O kadın isterse çırılçıplak gezsin, kimse bi’şey yapamaz. Kendi istemediği sürece, hiçbir insanın bir diğeri üzerinde öyle bir hakkı olamaz. Bunu savunabilen insan en amiyane tabirle sapıktır. Değil birilerini yetiştirmek, insanlardan uzak tutulması gerekir. Bu işin prosedürünü bilemem, ama bu adam hakkında inceleme, soruşturma falan yeterli değil direkt olarak suç duyurusunda bulunmak elzemdir. Bu adam mevkisini kötüye kullanmakta, suça azmettirmektedir.
Sen hala hadım etmek etik mi değil mi diye tartış. Bu suçu işleyen; kadın, erkek her kimse, her türlü ceza revadır. Hadım et, ilaç bas, ömür boyu çeksin. Çünkü kurbanı; kadın, erkek, çocuk, hayvan; ömür boyu çekiyor. Ver hormonu, memesi mi çıkıyor, ne oluyorsa, her gün biri atlasa ben gelir kollarından tutarım. Sen mantıklı, insani tepki ver. Ben veremiyorum arkadaşım, kimse de kusura bakmasın.
Kendini koy onların yerine, belki anlarsın.

Çarşamba, Şubat 16, 2011

Çantam benim dünyam.

Bilgisayarımı her yere taşıdığım için ona göre bir sırt çantası almıştım, nereye gitsem peşimden sürüklüyordum. Çünkü taşıması kolay. Bir de ne zaman nerede olacağım belli değil. Yerine göre; bi'kaç betacam, bazı dvdler, harici hard diskler falan taşımak zorunda kalıyorum. Rahat oluyor.
Ama sıkıldım haliyle. Dedim ki; her yere kaplumbağa gibi gidiyorum, sırtımda koca çanta. Sırt çantamı kız çantasıyla değiştireyim. Arada topuklu falan da giyiyorum, iyice rüküşlük.
Neyse...
İçindekileri başka bir çantaya aktarmak üzere çantamı boşalttım, şunlar çıktı;
1 bilgisayar ve şarj kablosu, telefon şarjı, 1 mp3 çalar, 3 kulaklık, bir bağlantı kablosu, 6 kalem pil, 3 defter, 5 kalem, 1 kitap, 2 paket sigara, 1 çakmak, 3 ruj, 2 lipstick, 1 oje, 2 el kremi, 1 Bephanten plus, 1 kutu ağrı kesici, 1 kutu Alka Seltzer, 1 kutu D vitamini, 1 inhaler, 1 paket sakız, 1 Canderel, 3 paket kağıt mendil, 1 küçük bozuk para çantası, 1 cüzdan, anahtarlar, 1 lolipop, 1 paket Haribo, 1 şişe su, 1 güneş gözlüğü, 1 kemer, 1 şemsiye, 1 bileklik, 1 toka, 2 çift eldiven, 1 bere, 1 ufak bakım çantası, ufak tefek not kağıtları...

Bunlar sabit.

Ara ara makyaj çantası, yedek giysi vs. de giriyor bu kadar şeyin yanına. Meğer benim de süper gücüm buymuş, dünyayı sığdırabiliyormuşum çantama.

Ben de çantam neden ağır diyorum.

Salı, Şubat 08, 2011

Genç Gökçe'nin Acıları ve Şiire Dair

Bazı şarkıların arasına şiir sokuşturuyorlar ya, niye yapıyorlar onu? Şarkı dediğin zaten şiirin müziklisi değil mi? Bir de araya neden ekstra şiir kastırıyorsun? Dünya üzerindeki en şahane şarkı olsa, aradan şiir çıkınca sinirden seyirme geliyor bana. Zaten şiire bayılan biri değilim. (Biliyorum, çok ayıp.) Zaten sevdiğim şiir ve şair sayısı bir elin parmakları kadar. Zaten biri bana bi'şey okumaya kalkınca sinir oluyorum. Hele ki şiir... Herkes pek meraklı ama çok nadirdir şiir okuduğu zaman zevkle dinlenecek insan. Bir de düşün, Sunay Akın sendromlu fantazi-popçu şarkı arasında şiir okuyor. Delleniveriyorum. Ama sebebi var!
Lise hayatım boyunca zorla okul korosunda yer alma talihsizliğini yaşadım. Bayram, seyran, yas, anma biz hep sıra tepelerinde mıy mıy mıy şarkılar, marşlar...
Başlarda her şey normaldi. Çıkıp, günün mana ve ehemmiyetine göre, artık Atatürk'ün sevdiği şarkılar mı olur, yaşasın yimmiüş nisan mı olur, menüde ne varsa onu söyleyip dağılıyorduk. Ta ki o melun 10 Kasıma kadar. Zaten gün boktan gün, hepimiz üzgünüz. Bir de hava buz, üstümüzde incecik formalar, götümüz donuyor.
Tırmandık yine platforma, "Atatürk Marşı" söylüyoruz, ağır ağır, hisli hisli. Biz "İstiklal Savaşı'nın en büyük kahramanı..." diye girdik marşa, arkadan biri kükredi. "İSTİKKKLAAAAĞĞLLLL SAVVAŞŞINIIIIAIĞĞĞĞNNN..." diye. Bir anda hepimizin kalbi durunca haliyle detone olduk, bir takım miyklemeler duyuldu. Fakat çabuk toparladık çünkü şov mast go on.
Yapılır mı lan delişmen ergene öyle şey? Baştan söylesenize "siz Atatürk Marşı söylerken sinsi edebiyatçı arkadan şiir çemkirecek" diye. Ben zaten dünyanın en dalgın, en boş bulunan adamı, hık dedi gittiye meyyal insanıyım. Saçım yüzüme değse aklım çıkıyor. Bir de içeriye öğretmen saklayıp mikrofona kükretiyorsunuz. Önceden haber versenize "çocuklar mikrofon meraklısı örtmeniniz de şiyir okuycak siz marş söylerken, aklınıza mukayyet olun, korkudan ölmeyin" diye. Söylemediler. Neyse, biz söyledik marşı, hoca arkadan çemkirdi. Diğer şarkıları çemkirmesiz söyledik, kazasız belasız, can kaybı olmadan bitti tören. Ama o travma kaldı tabii, genç ruhlar bi' zedelendi.
O yüzden şarkının içinde şiir duyunca bi' geriliyorum ben. Yapmayın öyle.
Bu yazıma son verirken, Orhan Veli'nin ellerinden, okuyanların gözlerinden öper; hepinize esenlikler dilerim cinaslı kafiyelerim.

Gözlem yaptım, yer misin?

Bugün de yeni bir gözlemle karşınızdayım Faberge yumurtalarım. Hemen anlatıp gideceğim.
Klasik Batı Müziği eğitimi alıp şarkıcı olanlar: Okuldayken başka müzik dinlemelerine izin verilmediğinden olsa gerek, ya yerli malı popun en sikko örnekleriyle karşımıza çıkıyorlar ya da robot olup sıfır hissiyatla şarkı söylüyorlar.
Klasik Türk Musikisi eğitimi alıp şarkıcı olanlar: Bu alanda eğitim almış olanların hançeresinde alaturkalık baki kalıyor. Ne tür söylerlerse söylesinler o tını hissediliyor.
Türk Halk Müziği eğitimi alıp şarkıcı olanlar: Bu grubun durumu bana en ilginç geleni. Türleri birbirine karıştırmadan, her şeyi hakkıyla söyleyebiliyorlar.

Gözlemler bitti, doymadıysanız peynir ekmek yapayım.

Pazar, Şubat 06, 2011

Düşünce üstüne düşünmemeler

Daha önce 1-2 kere düşünmüştüm, hiç hoşuma gitmemişti. Düşünmenin hiç iyi bi'şey olmadığına kanaat getirip bir daha yapmamaya karar vermiştim. Heyhat, makus kader bana oyunlar hazırlarmış da bilmezmişim. Bugün yine, kazara düşünüverdim. N'oldu? Sinir olduğumla kaldım bir de üstüne başım ağrıdı.
Düşünsene; (lafın gelişi dedim, düşünme.) ne bela varsa düşünmekten geliyor lan insanın başına.
Konumuz insanlık ve düşünce tarihi olduğu için evrendi yaratılıştı girmeyeceğim. Olaylar burada (Dünya) geçiyor. Madde madde açıklayacağım ki, düşünmek zorunda kalmadan kolay anla. Bu benim sana bir kıyağım olsun.
1-Aklıevvelin biri çıkıyor ve diyor ki; "Düşündüm de ilksel çorba, inorganik ortam nereye kadar? Bence organik olalım." Hop, oldu mu sana aminoasitler falan? Oradan tek hücreydi, çok hücreydi al sana bir sürü canlı, suyun içinde kımıl kımıl bi'şeyler.
2-Bunların biti kanlandı ya, yetmiyor. Yine bir cin yavrusu çıkıyor, diyor ki; "Lan! Düşündüm de; böyle suyun içinde dura dura götümüz başımız pörsüdü, yürüyün lan karaya çıkalım. Bir müddet sürüngen takılıp, ağaç falan yapar, maymun olur ağaca çıkarız. Sonra ağaçtan ineriz homo habilisti, erektustu yürürüz. Daha sapiensi var, neanderthali var, geze geze insana doğru gideriz.
3-Bir kere kollar, bacaklar çıktı ya, aşk olsun tutabilene. Yine birinin kaşıntısı tutar; "Düşündüm de avcılıktı, toplayıcılıktı güzel, mağara ortamları şahane, göçebelik çok havalı ama biz su kenarı bi'yerlere yerleşelim. Çoluk çocuk perişan." Yerleşmeye başlıyorlar. İçlerinden biri diyor ki: "Abi tamam yerleşiyoruz da, her yer aynı değil. Soğuk yerlere yerleşenler sarışın, beyaz tenli olsun, sıcak yerlere yerleşenler koyu renk olsun. İleride canımız sıkılırsa kapışırız." (Önden veriyor sinyalleri yavşak. Pis ırkçı.)
4-Gezmeye alışık adam yerleşince rahat durur mu? Rahat batıyor birine, diyor ki: "Abi buralar bana çok dar gelmeye başladı. Yan tarafa saldıralım, oralar da bizim olsun. Hem karılı kızlı ortamlar var, takılırız." Giriyorlar birbirlerine.
5-Sürekli bir kavga dövüş, insanlar telef, darlanıyorlar. Birinin aklına parlak bir fikir geliyor: "Düşündüm de; herkes birbirine dalıyor. Birbirimizle anlaşıp alanlarımızın etrafını çevirelim, adına da şehir diyelim, ülke diyelim bi'şey diyelim, sınırlar belli olsun." Yapıyorlar. Bir süre ortalık süt liman, ama canları sıkılıyor.
6-Bir gün yine canları sıkılırken içlerinden biri patlayıveriyor: "Abi ben çok sıkılıyorum. Sıkılınca düşündüm, süper fikrim var. Yaradana biz Allah diyelim, öbürleri Tanrı desin, diğerlerleri başka isimler versin. Temelde aynı şeye inansak da adı farklı diye birbirimize girelim. Hem onu bahane eder mal, mülk, toprak yaparız." Yine bir arbede.
7-Gel zaman, git zaman artık inanç mevzusunu da kimse yemiyor. Ama hep birileri düşünmeye devam ediyor. Aman bizim elçinin kafasını kestiler, vay bizim kıza yan gözle baktılar, yok onların kraliçesinin memesi bizimkinden büyük, ay doğal kaynaklara girelim, olmadı demokrasi götürelim... Böyle devam ediyor. Üstü örtülü ya da aleni; hep bir savaş, hep bir kaos.
Düşünmek insanlığın başına hep bela getiriyor işte. Ki ben sadece en belirginlerini yazdım. Daha arada bi' ton olay var, yöresel lezzetler, kişisel felaketler var... Halbuki düşünmesen; hayat mis, her gün bayram.

Bir sınırlı konsantrasyon kapasitemin daha sonuna geldik. Sıkıldığım için yazıyı burada bitirip evin içinde koşturmaya gidiyorum. Hepinizi gözlerinizden öpüyorum biriciklerim.

Contortion Trainingmiş Diyolla.



Bunu gördüm, afalladım. Normal, bildiğin kız çocuğundan garip garip bi'şeyler yapıyorlar. Kavramsal sanat mı ne bu şekiller? Kız çocuğundan origami mi yapıyorsunuz? N'apıyorsunuz lan çocuğa?

Giden gitti, vah kalana.

Aslında bu konuda yazmayacaktım, kararlıydım. Herkes yeterince konuşuyor, fikir beyan ediyor, söylediğimiz her şey ters tepip birilerine prim olarak geri dönüyor diye düşünüyordum ama dayanamıyorum. Öyle bir haksızlık, öyle bir ahlaksızlık var ki ortada, neredeyse fiziksel bir acı veriyor. "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil" demiş ya Fuzuli; tam da öyle hissediyorum.
Defne öldü.
Herkes için büyük şok. Tamam, her ölüm erken ölüm, kimseye yakışmıyor ama bazılarına hiç konduramıyor insan ölümü. Defne için durum buydu. Hep kıpır kıpır, hep neşeli, bedeninden yaşam ve kahkaha fışkıran genç bir kadın. Hep öyle gördük onu. O yüzden ölüm bizi gafil avladı.
Ama asıl şok o değilmiş meğer. Daha ölümü sindirememişken, ölünün arkasından dalga dalga gelen yorumlar hepimizi şoka sokan.
Her ölümün arkasında bir skandal, bir pislik arayan akbaba refleksli medya, dakika 1 gol 1 kabilinden bir hareketle "uyuşturucu mu, alkol mü?" diye açılışı yaptı. Kendinden, kendi içinden olanı harcamaya çekinmeden.
Şimdi, burada bir dur. Alkolü geç, hepimiz içiyoruz kimseye de bi'şey olmuyor. Aklını, mantığını kullan. Daha yeni anne, bebeği var ve emziriyor. Uyuşturucu kullanır mı?
Çok sinirlendik. Ama alkol, uyuşturu muhabbeti bi'şey değilmiş. Meğer başka iğrençlikler varmış birilerinin bağrında. Ortaya dökmekten çekinmediler, hepimize pislik bulaştı.
Vay efendim evli kadının gece dışarda işi neymiş, madem hastaymış niye içmiş, bekar adamın evinde ne işi varmış, kocasını mı aldatıyormuş? SANA NE? Ne yaptıysa seninle mi yaptı, sana mı yaptı, sana ne? Sana giren çıkan ne? Çok mu soru sorasın var? O "kerata"nın neden ambulans çağırmak yerine sokakta koşturduğunu sor. Kurtarılabilecek bir hayatı neden harcadığını. Farz et ki; orospunun önde gideni, alkoliğin, keşin bayrak tutanıydı. O zaman müstehak mı sayılır gencecikken canından olması? Ne ahlaksızlığı kaldı ölenin, ne dinsizliği-imansızlığı. En çok öne çıkanlar, taşakları büzüşmüş bir ihtiyar tekeyle bir adet din kardeşimizin yazdıkları. İçindeki pisliği kusup, gençlerin önüne böyle bir kadın rol model olarak getirilir miymiş diye soruyor. Kim rol modeldir bu kadın dedi ki? Kendisi mi dedi, biz mi dedik? Kim dedi? Sen misin gençlere örnek olacak olan? Ahlakın, dinin, terbiyenin en basit, en temel kurallarını hiçe sayıp; ölünün, kendisini savunamayacak olanın arkasından atıp tutarak mı örnek oluyorsun? Bu mu senin ahlakın, bu mu senin dindarlığın? Senin kutsal kitabın, peygamberin hep aynı şeyi söylemiyor mu? "Ölünün arkasından konuşmayacaksın, gıybet yapmayacaksın, her günah affolur ama kul hakkıyla karşıma gelmeyeceksin." Çok dindar pek ahlaklı kardeşim, bilmez misin ki gıybet kul hakkı yemeye girer, sen dünya malı için vazgeçtin ahiretinden?! Ölünün arkasından konuşmak ölene zaten dokunmaz da geride kalanları incitiyorsun. Bu mu senin yere göğe sığdıramadığın insanlığın? Yaşayış biçimini onaylarsın, onaylamazsın, ayrı. Giden gittikten sonra sana çeneni kapatıp bir Fatiha okumak düşer.
Gencecik bir anne, bebeğini bırakıp gitmiş. Bir başka anne bebeğini toprağa vermiş. Aşık bir adam, ki ihtiyar teke yere göğe koyamaz aşkı, sevdiği kadını kaybetmiş. Kendini koysana onların yerine. Çok sevdiğin birini bir çukura koyup üzerini toprakla örtüyorsun ya, var mı ötesi?
Kimsenin derdi kimseyi azize ilan etmek değil. Doğrusuyla, yanlışıyla bir hayat yaşandı ve zamansız bitti. Öncesinde olan, biten muhatabını ilgilendirir. Asıl problem birilerinin kendi onaylamıyor diye, hayatını kendi bildiği gibi, kimseye dokunmadan, kendi halinde yaşayan insanları tam da bu yüzden harcayabilmesi. Defne kimseye kendi yaşam biçimini dayatmaya çalışmadı ama sen bunu yapıyorsun. Ölene, kalana, kalanın yasına zerre saygı duymadığın gibi, prim yapmak için ölü eti çiğnemekten çekinmiyorsun.
İşte hepimizin derdi bu canım kardeşim. O yüzden şimdi; Defne'yi hiç tanımadığı halde içi yanan milyonlarca insanın ahıyla beraber; o çok üstün, çok değerli ahlakını, kemiksiz dilini ve ayarsız kalemini alıyor, nerene sokuyorsan sokuyorsun, Defne'yi de, ardında bıraktıklarını da rahat bırakıyorsun.
Kapiş?

Perşembe, Ocak 20, 2011

Şahsi Tarihte Bugün 13

Şahsi tarihte bugün, ben kırık bir oyuncağım. Kırığı görüyorum ama gördüğümle kalıyorum. Acısını hissediyor değilim.

Pazar, Ocak 09, 2011

Başlıksız Yazı

Kafası çalışmayanı "s.ke sürülecek aklı yok" diye tarif eden, aklı penis büyütücü zanneden bir kitle var. Şimdi sen bunlardan akıllıca bi'şey bekleyebilir misin? Ben beklemem mesela, sen de bekleme. Git bir banka otur, Godot bekle; daha verimli.
Bu kitle; televizyon ve tabldot gazeteyle beslenen, önüne ne konursa onu gören, internetin sadece chat yapmaya ve mümkünse kadın/erkek kaldırmaya yaradığını sanan kitle. Merak etmeyen, okumayan, soru sormayan, araştırmayan, dinlemeyen, eskiye tutunmuş, yeniliklere kapalı bir kalabalık. Kendi hayatını direkt ve kötü etkileyecek şeylere ses çıkartmazken en olmadık şeylere yaygara kopartan insanlar. Aşağılamak için söylemiyorum, cidden kafama taktığım, üzüldüğüm, kendimi çaresiz hissettiren gerçekler bunlar. Gittikçe kötüye gidiyoruz.
Durumlar böyleyken cidden mantıklı davranmalarını bekleyebilir misin bu insanların? Beyin denen şeyin varlığından ve nelere muktedir olduğundan bihaber; itile, kakıla yaşayıp gidiyorlar. Sen, ben ve bizim gibi birileri öfkeleniyor, üzülüyor bu insanlara ya da onlar adına.
Yeni şeyler söylemiyorum, çok kişi yazıp çiziyor, konuşuyor bu konuda. Ama genel tavır "bilmediğim şeyi kafama sokmaktansa bildiğim şeyi götüme sokarım" iken, o insanlardan rasyonellik beklersek alabileceğimiz yegane cevap "hayallerle yaşıyor bazı ibneler" olur ancak, bunu da kabullenmek zorundayız.
Neyse...
Sinirlerim bozuldu; rakı içmeye gidiyorum. Görüşürüz.

Pazar, Ocak 02, 2011

Döverim lan yeni yılı!

Bu yeni yıl tatavaları beni geriyor. Tek güzel yanı hediyeler. "Bana ne aldınız?" yılbaşıyla ilgili tek olayım. Hediye vermeyi de çok seviyorum ama sadece sevdiğim insanlara. İncelik olsun diye pek de hoşlanmadığım birilerine hediye alma zahmetine katlanacak ya da sevdiklerime hediye almak için özel bir gün bekleyecek değilim. Mesele hediyeyse bana her gün yılbaşı.
Neyse...
Zaten çok bayılmam ama bu sene hiç yeni yıl havasına giremedim. Böyle günlerde kasılıyorum. Öncesinde bir süs püs telaşı, aman da yeni yıl geliyor çok neşeliyiz tribi, ekstradan bir sevgi pıtırcıklığı, cingıl bels kafası falan... Bir de üstüne yılbaşı gecesi çok eğlenme meburiyeti spazmları. Hiç çekemem.
Lakin bunların hepsi hikaye, asıl "yeni yıl her şeyi değiştirecek" fikrine takığım. Neyi değiştirecek lan? Yılbaşı gecesi içecek, sıçacak, saat 12 olunca öpüşüp koklaşacak, ertesi gün bok gibi kafayla akşamdan kalma uyanacak, Alka Seltzer içip tekrar zıbarıp yatacaksın. Her cuma ya da cumartesi gecesi zaten aynı haltı yiyorsun, yılbaşı gecesi iyice bokunu çıkartmak için bahanen. Ne değişiyor? Hiç. Yine işin-gücün, telaşın aynı, hayatta ne derdin varsa sabit. Bir zaman biriminin geliş-gidişini kutlamak niye? Yıl dediğinin saatten, dakikadan ne farkı var? Aynısının uzunu, bir sürüsünü birleşitiriyorsun yıl oluyor. Gayet doğal olandan mucize beklemek nedir? Üstelik yerine koyamadığın tek şey zaman, geçiyor diye mal gibi seviniyorsun.
Radikal kararlar sikkoluğu da büyük manyaklık. Herkesin dilinde bir "yeni yılda şunu yapacağım, bunu yapacağım"... Madem çok meraklısın şunu, bunu yapmaya, madem yapabiliyorsun, sair zamanda yap. Tutan mı var? Gir bak şimdi emesene feysbuka falan, herkesin statüsü "sil baştan" ve aynı mealde çeşitli özlü sözler. Nasıl sil baştan ya, nasıl sil baştan? Uyudum, uyandım her şey aynı, yeni yıla gireli kaç saat oldu hala her şeyi değiştiren bir mucize yok ortada. Farklı ne yapıyorsunuz da her şey değişiyor? Bizim bilmediğimiz bi'şey biliyorsanız bize de söyleyin, biz de bi'şeyleri değiştirelim.
Bildiğiniz bi'şey var da bize söylemiyorsanız büyük götsünüz lan sil baştancılar; ne yapar ne eder sizi bulur, ağzınıza sıçarım.