Perşembe, Aralık 27, 2012

Buzulkafa.

Bazen de kafamın içi üşüyor işte. Ne yapsam da geçirsem bilemiyorum o zaman. Kalorifere mi dayasam, kulağımdan saç kurutma makinesi mi üfletsem, şöyle bi dolansam mı, bi'şey mi okusam ya da yazsam, belki bi'şeyler izlesem? Yok, bunlar derdime deva değil. Çünkü kafamın içinde buzul çağı başlamış, dinozorlar falan hep ölmüş. İyi de olmuş, hiç sevmem dinozorları. Kertenkele irisi. Aslında değil. Çünkü dinozorlar evrilip kuş oldu. Valla bak. Ne saçma di mi?
Neyse.
Kafamın içi üşüyünce, aynı kafamın aynı içine, saçma sapan şeyler üşüşüyor. Ve dinozorları sevmediğimden daha çok sevmiyorum üşüyen kafamın içine üşüşen saçma sapan şeyleri. Saçma sapan şeyler evrilip kuş olmuyorlar. Olsalar güzel olurdu, çünkü kuşları çok severim. En çok da kargaları, serçeleri ve sığırcıkları. Ama konumuz kuşlar değil. Olsa iyiydi.
Konumuz, kafamın içindeki buzullar. Hayır, madem buzullar var, penguenler de olsaydı bari. Onlar da kuş sonuçta. Beraber hoplayıp zıplasak kafam ısınır, buzullar erirdi belki. Gerçi o da sakat. Buzullar eriyecek, ortam küresel ısınacak, denizler taşıp ekosistemi kıracak, ondan sonra ver elini dünyanın sonu, afet, kıyamet falan. Üşüyen kafam, üşüyen kafamın içine üşüşen şeyler ve ben, böyle bir vebalin altında kalamayız. Çünkü vebal ağır bi'şeydir ve ağır şeyler taşımak belimizi sakatlar.
Dedim ya, bazen de kafamın içi üşüyor işte. Üşüyen kafamın içine saçma sapan şeyler üşüşüyor ve çok gürültü yapıyorlar. Hiç sevmem gürültüyü.
Al, bak; yine oldu ve kafamla ben bu durumdan hiç hoşnut değiliz. Belki sıcak bi'yerlere kaçsak kendimize geliriz. Ki bu da çozüm değil çünkü kafam gelince içindeki buzullar da gelecek, hop yeniden aynı döngü. Kırmanın bir yolu olmalı.
Dedim ve çözümü buldum aniden. Buz kıracağı! Buzullu döngüyü buz kıracağıyla kırıp içkimize katarsak hem kafam ısınır, hem de ekosistem sağlam kalır. Bu durumda biz de penguenlerle rahat rahat oynar, belki yavru kutup ayılarını bile sevebiliriz. Sonra anne kutup ayıları bizi yer ve bu yeni bir maceranın başlangıcı olur. Oley!

Cuma, Ekim 12, 2012

Feşın Fotografır

Dijital çıktı, mertlik bozuldu cicim. Onu geçtim, eline 5 megapiksel telefon alan, fotoğrafçıyım diye takılıyor. Ben okulunu okudum, ağzımdan bir kere "fotoğrafçıyım" lafı çıkmadı. Çıkmaz da. Çünkü hiç yapmadım. Önce televizyoncu oldum, sonra reklamcı. Ama gayet fotoğrafçı sınıf arkadaşlarım var. Üstelik okudukları yetmedi, bir de senelerce, sürünerek asistanlık yaptılar. Önce fotoğrafçı oldular, sonra modaydı, belgeseldi uzmanlaştılar. Kendi stüdyolarını kurdular, gayet iyi mecralarda, şahane işler yaptılar; biri de ben oldum demedi. Ki, biz son karanlık oda nesliydik. Fotoşop, dijital falan bizden sonra girdi okullara. Film yıkamayı tankla değil, küvette öğrendik, ışığı tencereden bozma, boktan lambalarla. Agrandizör diye kullandığımız aletler, abaküsten halliceydi. Şimdi, 15 yaşındaki gerzek, zaten her işi kendi yapan aleti eline almış "feşın fotografır" diye geziyor. Ayıp ya! "Ben okulunu okudum kardeşim, kime artistlik yapıyorsun?" kibiri değil bu. Okudum da yapmadım, bana ne? Ama bana değilse de, bu işe yıllarını, hatta hayatını vermiş arkadaşlarıma ayıp oluyor. Çocuğunu sette büyüten arkadaşım var lan benim. Bi' akıllı olun, haddinizi bilin. Çok sinirleniyorum bak!

Perşembe, Eylül 27, 2012

Sokak çocuklarını kim korur?

Hiç dikkat ettin mi? Özellikle sabah erken saatlerde dışarı çıktıysan, belki sen de görmüşsündür. Sokak çocukları, kıyılarda köşelerde kıvrılıp uyurlar. Sokaklar tekinsiz, gece soğuk, çocuklar küçücük, dünya kocaman. Kim bilir kimin zulmünden kaçar da sığınırlar sokağa, bilinmez. Neyse, bu zaten üzerinde uzun uzun konuşulacak ayrı bir konu. Şimdi bundan bahsetmeyeceğim. Kısacık bi'şey anlatacağım. Çok içime dokundu, sana da dokunsun. O sahipsiz, kimsesiz çocuklar var ya, onları kim korur biliyor musun? Sokak köpekleri. Anasının, babasının sahip çıkmadığı çocuklara "hayvan işte yea" dediğin sokak köpekleri sahip çıkar. İlk kez gördüğüm günü unutamadım, bir kare fotoğraf zihnime kazındı, içime oturdu. Ben anlatayım, sen hayal et, senin de zihnine kazınıp içine otursun. Her zamankinden çok daha erken bir saatte işe gitmem gerekiyordu. Koştura koştura Üsküdar'a geldim. Ortalık henüz sakindi. Hızla vapura doğru yürürken gördüğüm şey beni yerime mıhladı. Taş çatlasa 10 yaşında bir çocuk, iskelenin duvarına sırtını vermiş, duvarın dibine büzülmüş uyuyordu. Etrafında bir grup sokak köpeği, arkaları çocuğa, yüzleri dışarı dönük, çocuğun baş ve ayak ucundan başlayarak, yarım daire şeklinde, eşit aralıklarla dizilmiş oturuyorlardı. Çocuğu güvenli bir çemberin içine almış, olası bir tehlikeye karşı tetikte, sfenks gibi duruyor, etrafı kolaçan ediyorlardı. "Hayvan işte yea" deyip geçtiklerin, insan olarak senin yapamadığını yapıyor, rahat rahat uyusun diye çocuğu koruyorlardı. Daha sonra benzer manzaralarla çok kez karşılaştım. Sokaklardaki çocukları koruyan köpekler, soğuklarda üşümesin diye çocuklara sokulup ısıtan, çocuklarla beraber uyuyan köpekler... Düşünsene! Şimdi bir yasa çıkacak, o köpekler sokaklardan alınacak, barınak kisvesi altındaki toplama kamplarında öldürülecekler. Sokaklardaki çocuklar bizim. Köpekler ve kediler de. Hepsi can. Bizim canımız. Canının alınmasına izin verme.

Cumartesi, Ağustos 25, 2012

Kadın değil yea, travesti.

Gece yarı uyur halde eve dönerken, bir bağrışma sesiyle irkildik. Kafamızı çevirmemizle, hareket halindeki bir arabadan yolun ortasına düşen kadını görmemiz bir oldu. Kadın yolun ortasında yerde yatıyor ve ağlıyordu. Arabadaki orospu çocuğu ne yaptıysa, kadın kendini can havliyle dışarı attı. Üstelik her şey o kadar hızlı oldu ki, durumu idrak edip kadına yardım edelim diyene kadar köşeyi dönüp uzaklaşmış bulunduk. Eşime "Keşke inip yardım etseydik, en azından kaldırsaydık, aklım kaldı kadında." dedim; taksici "Kadın değil yea, travesti." dedi. Kanımız beynimize sıçradı. "O ne demek orospu çocuğu, asıl sen insan değilsin." diyecektim ki, eşim sakin olayım diye elimi sıktı, indik. Şişli'de oturuyoruz ve her gün bu kadınların yaşadıklarını görüyoruz. Yolun kenarında, iğrenç iğrenç herifler, en aşağılık halleriyle bu kadınlara yanaşırken nasıl gülümsediklerini de. 2'li, 3'lü gruplar halinde arabalara doluşup (çünkü bu çok delikanlı abiler asla tek gezmezler), suratlarında dünyanın en yavşak sırıtışı, ağızlarında kuduz gibi salya, kendileri bir bokmuş gibi, "ibneler" diye aşağılayarak yanaştıkları kadınları küçümseyip ezerek erkekliklerini ispat ediyorlar. Bir erkekle yatsalar onlar da ibne olurlardı ama travestilerle yatınca erkeğin hası oluyorlar. Hele bir de kötü muamele ederlerse, erkeklikte zirve. Malum, travestiler kadın değil, insan bile değil. Sonuçta onlar ayrı bir tür, onlar bizim gibi değil. Yani onlara istediğimzi yapabilir, onlar üzerinden her türlü güç gösterisine girişebiliriz. Söveriz, döveriz, sikeriz... Sonra, sanki bir gece önce onlarla yatan biz değilmişiz gibi ahkam keseriz. "İbneler" deriz, "bu travestiler de amma saldırgan zaten çok da iğrençler" deriz ama gece yine koyunlarına gireriz. O ayrı. Bir arkadaşım anlattı. Çocukmuş daha. Bir gün yan evden iç parçalayan bir çığlık gelmiş. Ve ardından ağıtlar. Bir annenin feryatları. Oğlun öldü demişler kadına, dün vardı, bugün yok. Meğer travestiymiş oğlu, ameliyat olacakmış. Bir kardeşi biliyormuş durumu, bir de mahalleden birileri. Kadın yaşlı, yüreği kaldırmaz diye "evladın öldü" demişler. Travesti olmasındansa ölmesi daha iyi çünkü, öyle düşünmüşler. Kalbi dayanmaz diye bağrına taş basıp, anacığından, ailesinden kopmak zorunda kalan diriölüye mi üzülürsün, diri evladını öldü bildiği için, bir insanın yaşayabileceği en büyük acıyı yaşayan anneye mi? Şahit olmadığım halde, aklıma geldikçe benim içim yanıyor, onlar ne yapsın? Böyle hikayeler var ve biz hala travestiler şöyle, travestiler böyle diyoruz. Durumu açıklayamadıkları için ailelerinden kopuyor, herkes gibi bir iş bulup sıradan bir hayat yaşayamıyor, belli bir iş kolunda mesai yapmak zorunda kalıyorlar. Sürekli itilip kakılıyorlar, maruz kaldıkları fiziksel ve duygusal şiddetin haddi hesabı yok. Onların yerinde kim olsa hırçınlaşır, çok normal. Ama çoğumuzun bilmediği bir şey var, bütün bu kötü muameleye rağmen, geceleri sokaktaki kadınları koruyor travestiler. Daha yeni yaşadık. Hepimizin malumu, travestiler ofis olarak genelde otobüs duraklarını kullanıyorlar. Bir akşam, bir kız arkadaşım bizden evine gitmek üzere otobüse binmek için çıktı. Arkadaşımın yaklaştığını gören travesti, arkadaşım rahatsız olmasın diye duraktan uzaklaşmış. Bizim kız otobüsü beklerken, yanına tekinsiz adamlar yanaşmış. Travesti hemen dikkati kendi üzerine çekmek için hamle yapmış ki adamlar bizim kızı rahat bıraksın. Sonra, "abla rahatsız ediyorlarsa yardımcı olalım" bahanesiyle başka tekinsizler yanaşmış arkadaşıma. Travesti hiç tereddüt etmeden adamların arasına dalıp, hepsinin ağzının payını verip, adamları bertaraf ettiği gibi, yine abuk subuk adamlar yanaşmasın diye arkadaşımdan uzaklaşmış ve arkadaşım otobüse binene kadar uzaktan uzağa arkadaşımı kollamış. İki kadın hiç konuşmamış. "İyi misin?" bakışı, "İyiyim, teşekkür ederim" gülümsemesi, "rica ederim, her zaman" tebessümüyle vedalaşmışlar. Sonra arkadaşım bunu Harbiye'de oturan başka bir arkadaşımıza anlatmış. Onun da söylediği şeyler aynı. Gece sokakta yalnız ya da grup halinde kadınlar olduğunda, kimse onlara musallat olmasın diye uzaktan uzağa koruyup kolluyor, gerekirse evinin kapısına kadar bırakıyorlar. Ve bunu hiç ilişmeden, konuşmadan, içtenlikle yapıyorlar. Sağolsunlar. Bütün bunları anlattım, çünkü durumu görüyor ve üzülüyorum. "Kadın değil yea, travesti"lerin hayatı yeterince zor, kimse de kolaylaştırmak için bi'şey yapmıyor. En azından bu kadınların insan olduğunun farkına varılsın ve zulüm görmesinler istiyorum. Travesti oldukları için değil, insan oldukları için. Hepimiz insan olduğumuz için.

Çarşamba, Temmuz 18, 2012

Sıcak meselesini çözdüm, çözücem.

İnsanlığı aydınlatmaya doyamıyorum bebeğim. Düşün, nasıl bir aydınlanma aşkıysa benimki, 72.000 derece sıcakta eriyen beynim, o halde bile insanlık için çalışmaya devam ediyor. Geçen yine insanlık için, bilim için harıl harıl çalışıyorum, (Bilim camiasında "vantilatör eşliğinde kanepeye uzanıp perdelere bakma metodu" tabir ettiğimiz, çok zor bir metod uyguluyorum. Özellikle böğrüme yapışık bir kedi varken çalışmak inanılmaz zor oluyor ama aydınlanmanın yolu dikenlerle dolu, yolculuk meşakkatli.) kafamda düşünceler vızır vızır uçuşuyor... (O ana dönüyor ve düşünce balonuna bakıyoruz ki nasıl da detaylı ve titiz düşünüyorum, zihnim nasıl düzenli anla: Sıcaaağk! Lan çok sıcağğğkh. Sıcaaak. Çok sıcak. Sııııcak!) İşte böyle ilim irfan peşindeyken, her zaman olduğu gibi, bir anda aydınlandım. Sıcağın sebebini bulmuştum! Sıcağın sebebi, akın akın gelen Arap turistlerdi! Gerek 357547 kişilik gruplar halinde saç ektirme turizmi için gelenler olsun, gerekse 75 çocukları ortalığı birbirine katarken hiç oralı olmadan, mağaza gezmeye devam etmeli avm turizmi için gelenler olsun, ortalıkta o kadar çok Arap turist vardı ki, sıcakların bununla bir ilgisi olması şarttı. Bu bir tesadüf olamazdı. Meselenin nedeni belli oldu. Lakin nasıl olduğuyla ilgili üç ihtimal var : 1- Araplar, “Madem bu kadar kalabalık gibi gidiyoruz, elimiz boş gitmeyelim, ayıp olur.” dedi ve getirecek bi’şey bulamayınca tutup iklimi getirdiler. 2- İklim bunların bu kadar kalabalık geldiğini görünce, “Lan bunlar nereye gidiyor?” diye merak etti, peşlerine takılıp kendi geldi. 3- Bizim iklim Arap turistleri böyle çekirge sürüsü gibi görünce “Ben yanlış yerdeyim herhal ya da yanlış bir uygulama yürüttüm bari kapatılayım.” diye kendine bir ayar verdi ve restart yapınca çöl iklimine dönüştü. Nedenini çözdüğüm bu gizemin nasılını da çözdüğüm an sıcakların çaresine bakıp hepimizi bu çileden kurtaracağım sevgili petri kaplarım. Neticede ne yapıyorsam sizin için. Ben sıcaklara çare bulana kadar, kapınızın önüne klimalar ve vantilatörler için 1 kap su bırakmayı unutmayın elekron mikroskoplarım. Çünkü sakızları ekmak sanıp yiyorlar, sonra hepimiz terliyoruz. ☹

Pazar, Mart 25, 2012

Ben sana "kurcalama bozarsın" demedim mi?

Bu saatleri böyle ileri, geri alıp duruyorsunuz; sürtünme yüzünden zaman aşınıyor. Bazı yerleri çiziliyor, bazı yerleri inceliyor hatta yırtılıyor. Ondan sonra zamanda kaymalar, kırılıp bükülmeler, efendime söyleyeyim, uzay-zaman sürekliliğinde bozulmalar... Bir sürü dert. Panik, kaos falan olmasın diye halka da açıklanamıyor tabii bunlar.
Siz kucalayıp bozuyorsunuz, süper kahramanlar, gizli örgütler düzelsin diye çırpınıyor. Nice yiğitler bu yolda heba oluyor. Zaten hiçbirinin doğru dürüst bir mayışı, sesekası yok; yol-yemek bile karşılanmıyor. Hepsi zaman yolculuğunun parasını cebinden veriyor, yazık, dağ dayanmaz. Kaçının ocağı söndü sizin yüzünüzden.
Bütün bunları açıklayarak kendimi büyük bir tehlikeye attım ama, bizi bekleyen asıl tehlikelerin yanında benim hayatımın kıymeti ne ki?
Son kez söylüyorum: Zamanı itip kakmayın! Bi'gün yanlış yerden büküvereceksiniz, Marty McFly hiç doğamayacak. İleri geri çekiştirirken zamanın dengesini bozup, paralel evrenleri üstümüze devireceksiniz. Zamanla oyun olmaz evladım, kurcalamayın.

Cumartesi, Şubat 25, 2012

Belki de...

Belki de kurt sürüye dalar ve bir tek sürüden ayrılan kurtulur. Niye tüm tencere varken porsiyonla yetinsin ki? Üstelik kurtlar da sürüler halinde yaşar, bir porsiyon kime yeter? Mantıksız.
Sürüye kurt saldırdı, sürüden ayrılan kurtuldu ve bunu örtbas etmek için "sürüden ayrılanı kurt kapar" lafı uyduruldu. Bir nevi tanık koruma programı. Sürüden ayrılan kendi sahte ölümünü düzenledi ve asparagas bir haberle durumunu sağlama aldı. Şu anda, her mevsim ılık ve güneşli olan bi'yerde keyif çatıyordur kesin. Aferin ona.

Perşembe, Şubat 16, 2012

Kuantum dolaşıklığı mı? Hiç sorun değil.

Kuantum dolaşıklığı gerçekten de dolaşık bir mesele. Herkes fizikle ilgili, bilimsel bi’şeyler olduğu konusunda hemfikir olmakla birlikte, kimse tam olarak ne olduğunu anlayabilmiş değil. Yok efendim fotonlar nasıl hem parçacık hem dalga gibi davranırmış, parçaçıklar niye olur olmaz yerlerde belirip kaybolurmuş, bir parcacığı kurcalarsan öbürü de davranış değiştirip bozulurmuş… Teoriler faydasız, deneyler kifayetsiz. Kuantum parçacık camiası bildiğimiz fizik yasalarına uymak yerine, kafasına göre kendi yasalarını çıkartıyor. Kanunsuzluk karışıklığı doğuruyor, sonuçlar bildiğimiz fizik yasalarıyla yorumlanınca her şey çok saçma geliyor.
Warner Heisenberg (kuantum fiziğinin kurucularından bir abimiz) Kopenhag’da parçacık fiziği üzerine çalışırken, kendine “Evrenin, deneylerde bize göründüğü kadar saçma olabilmesi mümkün mü?” diye sorduğunu yazmış günlüğüne. Bana sorsaydı cevap verirdim. Çünkü ben bunu hep söylüyorum, evren çok saçma. Ama sormadı. Kendi kendine soru sorduğuna göre deli herhalde, çok düşünmekten devreleri yakmış. Yazık ☹
Dediğim gibi, mesele dolaşık, kafalar karışık. Uzun zamandır (görünüşte 15-20 dakika ama görelilik kuramının bana verdiği yetkiye dayanarak nereden baksan 15-20 sene diyebilirim) araştırmama rağmen (Gugıl’a sordum) ben bile anlamadım, gerisini sen düşün. Tam “ben gerizekalı mıyım yea, niye anlamıyorum?” diye buhranlara girecektim ki, aziz dostum Niels Bohr (liseden arkadaşım) “birisi kuantum fiziği hakkında düşünürken zihni allak bullak olmuyorsa, onu hiç anlamamış demektir” dedi de üstün zekama ve olağanüstü evrensel kavrayışıma güvenimi kaybetmedim.
Hemen bakış açımı değiştirdim ve soruna değil çözüme odaklandım. Bir süre önce, bilim camiasının en muteber sitelerinden birinde (Twitter) kuantum dolaşıklığı hakkında bir makale yayınlamıştım, o aklıma geldi ansızın. Demiştim ki: “Kuantum dolaşıklığı denen şeyin, saç kremi ve tarakla çözülebileceğine inanıyorum. Olmadı kestiririz, ne var yani?! Kökü evrende, yine uzar.”
Makale aklıma geldiği anda bir aydınlanma yaşadım ve evrenin sırları açıklanmak için zihnimde sıraya girdi. Mesele dolaşıklığın nereden geldiği, nasıl olduğu değildi. Belki Schrödinger’in kedisi oynarken dolaştırmıştı. Muhtemelen bu yüzden kutuya kapatılmıştı ve kutunun içinde ne yaptığını bilmiyorduk. Kuantum dolaşıklığı tabii ki tarak ve kremle açmaya çalışarak çözülmezdi çünkü dolaşıklık onun doğasında vardı. Mesele bu dolaşıklığı çözmek değil ona şekil vermekti. Çözümün yarısı hep gözümün önündeydi ama aydınlanma anına kadar görememiştim. Evet, doğruydu; tarak bu meseleyi çözecek unsurlardan biriydi. Sorun kremdeydi. Asıl lazım olan krem değil spreydi. Hemen bir markete koşup ince uçlu, sık dişli bir tarak ve en sertinden saç spreyi aldım. Kuantum dolaşıklığı açmakla uğraşmak yerine tarakla krepe yapıp, bilim camiasında muz topuz tabir ettiğimiz şekilde topladım ve spreyle sabitledim. Hem derli toplu oldu, hem de şık durdu. Haliyle adını da kuantum dolaşıklığı yerine “kuantum şıklığı” olarak değiştirdim.
Krepe yapıp spreyi de basınca uçları biraz kırıldı ama olsun. Evrenin sırlarının açığa çıkması ve insanlığın aydınlanması yanında bir kaç kırık nedir ki?

Pazar, Şubat 05, 2012

Gen ya da genme, senin bileceğin iş.

Hep aynı boku yiyorum. Bir şarkı dinliyorum, hastası oluyorum; günlerce, arka arkaya, milyonlarca kere dinliyorum. Dinlemediğim zamanlarda şarkı kafamın içinde çalmaya devam ediyor. Ya da bir nakaratı loopa alıyor kafa (kafa benden bağımsız) başı dönüp midesi bulanana kadar dönüyor da dönüyor nakarat. (Kafa biraz takıntılı.) Sonra düşüp bayılıyor tabii, işim gücüm yokmuş gibi bi' de pansumanla uğraşıyorum. Kaşı gözü patlıyor çünkü düşünce. Nakaratlar usturuplu düşmeyi bilmez. Bilse de baygın zaten, nasıl usturuplu düşsün? Seninki de laf yani. Lafügüzaf.
Neyse, konuyu dağıtma.
Demem o ki, öle bayıla dinlediğim şarkıdan feci şekilde sıkılıyorum 56723874093 kere dinleyince. (Ki zaten her şeyden sıkılan bir insanım, biliyorsun.) Ama sıkılmayayım istiyorum, neticede süper şarkı çünkü. Ha diyeceksin ki "madem sıkılıyorsun, o kadar dinleme". Nasıl dinlemeyeyim lan, çok güzel şarkı, dinlemek zorundayım.
Aslında birşarkıyabayılıptiksinenekadardinlemehastalığını yapan geni bulmuştum bi' vakit. Sonra da kaybetmeyeyim diye sakladım. Nasıl iyi sakladıysam şimdi bulamıyorum. Lazım oldu bak.